sıcak kafa dizisi görseli

Sıcak Kafa İyi, Hoş da Çok Kilit Bir Öge Eksik Değil mi?

Netflix’in yeni yerli yapımı Sıcak Kafa’nın 5 6 bölümünü izledim. Distopik yapımlara çok meraklı; dizisinden filmine, romanından bilgisayar oyununa kadar çok geniş bir yelpazede bol miktarda distopik yaratım ürününü tüketmiş bir tüketici ve bir tanesini de yazmış bir üretici olarak söyleyebilirim ki: Ortam, genel kalite, oyunculuk, dizinin verdiği yıkılmışlık ve umutsuzluk hissi güzel. Günümüzde herhangi bir şeyi, herhangi bir yönüyle eleştireni “vatan haini” ilan etmek yaygın eğilim olduğundan mütevellit bunu peşin peşin tespit edip bir kenara koyalım. Ek olarak da belirteyim ki bazı eleştiri veya fikirlerimi temellendirmek için dizideki çeşitli olaylardan bahsedeceğim o nedenle SPOILER olabilir. Uyarayım. 

Dediğim gibi dizinin 5 6 bölümünü izledim. Fragmanı, bu seri izleyişten sonra izledim. Dizide Haluk Bilginer de oynuyormuş. Sonradan gördüm. Henüz onun olduğu bölümlere gelemedim, ama kendisinin sıkı bir hayranı olarak onun olduğu bölümleri de izlemeyi isterim. 

Dizide iletişim yoluyla yayılan bir virüs ve bu virüsün bütün dünyayı sarması sonucunda yıkılan insan medeniyeti ve böyle bir yıkım sonrasında ortaya çıkan yeni düzen; bu düzenin içinde bir kurtuluş arayan belirli kişiler ve yeni düzende yaşamını sürdürmeye çalışan sıradan insanların öyküsü var.

İletişim yoluyla yayılan bir virüs fikri güzel, ilginç. Böyle bir virüsün bilimsel, virolojik açıklaması nedir? Evrim sürecinde solunum, sıvı teması, temas, mukoz dokuya (gözler, burun ve ağız içi dokusu gibi…) temas yoluyla bulaşmak gibi çok daha verimli ve etkin yollar varken bir virüs neden ses yoluyla bulaşacak biçimde evrimleşir, hatta böyle bir evrimleşme mümkün müdür? Orasını bilemem. Ancak fikir ilginç.

Bir virüsümüz var, bulaştığı kişiler saçma sapan konuşmaya başlıyor; artık bir “abuk” oluyor ve “abuklamaya” başlıyor. Onları belirli bir süre dinleyince virüs size de bulaşıyor ve siz de saçma sapan konuşmaya başlıyorsunuz, yani siz de abuk oluyorsunuz. 

Bunun yanında bir de baş kahramanımız (protagonist) var. Kendisi bir şekilde bu virüse karşı bağışıklık kazanmış. Virüslülerin abuklamalarına maruz kalınca kafası ısınmaya başlıyor, ancak virüs kendisine bulaşmıyor, ancak kafasını bir an önce soğutması gerekiyor. Bu fikir de güzel. Kafasını zamanında soğutamazsa ne oluyor? Kafası mı patlıyor? Bayılıyor mu? Ölüyor mu? Yani bu avantajın ve yarattığı zaafın bedeli ne? Şimdilik bilmiyoruz. Belki lerleyen bölümlerde öğreniriz. Yine de buraya kadar dinamikler güzel.

Bir de SMA adlı bir örgüt var ki bunu da 1984’teki “Big Brother”a benzetebiliriz. Bu kurumun bir ajanı olan Şevket Çoruh’sa kahramanımızın bağışıklığı olduğunu fark ediyor ve peşine düşüyor. Bu kurumun başındaki Kubilay Tunçer’in canlandırdığı karakterse, muhtemelen gücü elinde bulundurmak ve iktidarını sürdürmek için, Şevket Çoruh karakterinin bu çabalarını hasıraltı etmeye ve hatta engellemeye çalışıyor. Bu arada karakterlerden bahsetmişken Barış Yıldız’ın canlandırdığı yasa dışı işlerin adamı karakterini çok beğendiğimi söylemeliyim. Aslında kötü niyetli olmayan, ama şartlara son derece uyum sağlamış her yolun, her işin adamı karakterine çok becerikli biçimde hayat vermiş. 

Şimdi… Buraya kadar her şey güzel. Distopik bir dünya; eski dünyada o denli güçlenemeyecek, ama kriz anında sınırsız gücü eline geçirmiş bir kurum; o kurumun başındaki başka birilerinin maşasıymış gibi görünen ve gücü elinden bırakmamaya niyetli gibi görünen bir yönetici. Bu yöneticinin bedeninde kişileşen SMA’yı ve onun sinsi yöneticisini de kötü karakterimiz ya da antagonistimiz olarak tanımlayabiliriz. 

Bunun dışında bir de baş kahramanımıza yardım eden, SMA’nın rakibi sayılabilecek +1 adlı bir isyancı grubu var. Anlaşılan o ki her anarşist grupta olduğu gibi bu grup da şiddet kullanmayı meşru görenlerle barışçıl yollarla hedefine ulaşmayı isteyenlerden oluşan iki kutba bölünmüş veya bu bölünmenin eşiğinde. 

Şimdi burada benim eksik gördüğüm iki nokta var ki bunlar küçük birer ayrıntı olarak görülebilir ancak bu tip senaryolardaki itici güçtür. Bir fikir eserini, bir kurgu eseri tüketirken, yani izler, dinler, okur veya oynarken tüketiciden-izleyiciden ufak bir beklenti vardır. Buna “suspension of disbelief” denir. Kuşkuculuğunu askıya alma olarak güzel Türkçemize çevirebileceğimiz bu kavram, o eserle etkileşirken gerçek dünyaya alışmış olan mantığınızı bir kenara bırakmanızı, eserin size sunduğu dünyayı mantıklı kabul etmeye hazır olmanızı ifade eder. 

Bir süper kahraman filmi izlerken “Uçan adam mı olur yahu sen de…” demeyip, o eser içinde, eserin kendi ürettiği ve size sunduğu mantığa uyduğu sürece uçan bir adam olabileceğine inanmayı kabullenmenizi bekler. Ancak burada kilit nokta, eserin size sunduğu ögelerin eserin yine kendi yarattığı dünyanın kurallarıyla ve/veya size sunduğu kurallarla çelişmemesidir. 

Yani Süpermen filmini izlerken uçan ve gözlerinden ışın atabilen bir adam olabileceğine inanalım, tamam; ama Süpermen durduk yere bedeninin boyunu küçültürse veya ruhlarla konuşma gibi bir yetenek gösterirse “Hayda… Bu nereden çıktı şimdi?” diyebiliriz. Bu durumda bu tepkimiz normal ve haklı olur. “E adamın uçtuğuna inandın da küçüldüğüne mi inanmadın?” gibi bir eleştiriyse yersiz olur.

Benzer şekilde Batman’in de ortalama bir “süper olmayan” insandan çok daha güçlü ve yetenekli olduğuna, çok daha hızlı iyileştiğine inanalım, tamam; ama yine aynı evrenin içinde var olan Süpermen’den okkalı bir yumruk yedikten sonra boynunu kütletip kalkıp yürümesinin yersiz ve mantıksız olacağı ortatadır. 

Önce daha kabul edilebilir gördüğüm için; yani kuşkuculuğumu bir kenara bırakarak “Neyse canım. Olur o kadar.” diyebildiğim için çok takılmasam da derinlemesine girmeden virüs ve onun yayılma şeklini irdelemek istiyorum. 

Virüs iletişim yoluyla, virüsü kapanın abuk subuk konuşması sayesinde yayılıyor ve hasta olmayanlar bu durumdan korunmak, yani virüsü kapmamak için kulaklık takıyor. Şimdi kulaklık fikri güzel, ama bir zaafı var. 

Öncelikle insan kulağı sadece kulak kanalından gelen titreşimleri algılamaz. Ses dalgalarının iskelet, vücut sıvıları ve iç kulak sıvılarını titreştirmesi yoluyla iletilen sesleri de algılar. Yani istediğiniz kadar kulaklık takın, sesleri tamamen duymayı engelleyemezsiniz. Kulağı tıkama, kulaklık takma gibi “ses duymama” yöntemlerine “passive noise cancellaton” yani edilgen ses baskılama denir ki bunlar sesleri tamamen duymanızı engellemez. Bir de “active noise cancellation” denen bir durum var. Bunun nasıl çalıştığının ayrıntılarına girip konuyu daha fazla dağıtmayalım. Bu kadar ayrıntıyı her seyircinin bilemeyeceğini, ben ve yok sayılabilecek kadar az sayıda seyircinin bildiğini varsayalım. Ama maalesef ki dizi kendisi de bu bilgiyi seyirciye veriyor. Kulaklık takanlar abuklarla karşılaştığında boğuk bir şekilde konuşmalarını duydukları sahneler var. Ona rağmen kuşkumuzu bir yana bırakalım ve diyelim ki “Tamam belki bu virüs, cümlelerin sadece kulak kanalından girerek duyulduğu durumlarda bulaşıyor.”. Tamam. Bunu kabule de hazırız. Bunu kabul ettiysek, artık bu, bu evrenin bir kuralıdır. Tamam. Öyle olsun. Bu kural şimdilik bir kenarda dursun. 

Gelelim kafamı kurcalayan bir diğer konuya: Salgının tehdit oluşturması durumuna. Bu dizideki salgın ve hastalık türü bir tehdit oluşturmuyor. Neden? Çünkü abuklar abuklamak dışında bir şey yapmıyor. Saçma sapan konuşarak geziyorlar. Eee? Kulağımızı tıkayınca sorun çözülüyorsa tehdit nerede?

Bunu yaygın ve herkesin aşina olduğu bir distopik tür olan zombi salgını kurgusu üzerinden örnekleyeyim. Bir zombi salgını kurgusunda ne olur? Bir kişi hastalanır, hastalandığı zaman hasta olmayanları kovalama, onlara doğru ilerleme, onları yeme, onlara saldırma veya ısırma dürtüsü hisseder. Bazı zombiler hızlı koşar, bazıları aylak aylak yürür; ama hepsi hasta olmayanlara doğru ilerler ve yavaş da olsalar bir noktada onları sıkıştırıp ısırır ve hastalığı onlara bulaştırırlar. Bazı durumlarda da hastalık bulaşmamış kahramanlarımız o kargaşada hasta olanlardan kaçmaya veya onlarla savaşmaya çalışırken dolaylı yollardan hastalığı kapar. Açık bir yara olur, bir zombi yüzüne tükürür, zombi kanı sıçrar vs. Sonuçta hastalık bulaşanlar, bulaşmayanlara da o hastalığı bulaştırmak üzere etkin bir çaba içindedir.

Kurgu dünyasını geçelim; gerçek dünyadan bir örnek ister misiniz? CoViD-19 salgınıyla ebola salgınını kıyaslayalım. Ebola denen hastalık bilim kurgu dünyasından çıkmış ya da geçmişte kalmış gibi görünse de hâlâ var ve devam ediyor. Hiçbir tedavisi olmayan ve son derece eziyetli ve acılı bir ölüme sebep olan bu hastalık hâlâ can alıyor. Peki neden bütün dünya 2 yıl boyunca ebola yüzünden evlerine kapanıp korku içinde yaşamadı da CoViD-19 yüzünden böyle bir şey oldu? Cevap basit: bulaşıcılık. Ebola virüsü çok vahşi bir virüs olsa da CoViD-19’la kıyaslanınca bulaşma hızı at arabasıyla helikopteri kıyaslamak gibi oluyor. CoViD-19 son derece sinsi, hastalanan kişi belirti göstermeye başladığında çoktan birçok kişiye hastalığı bulaştırmış oluyor. Öldürücülüğü ebolaya göre daha düşük, ancak bulaşıcılığı çok daha yüksek.

Peki, bunların Sıcak Kafa dizisindeki virüsle ilgisi ne? Aynı şey. Bulaşıcılık. Virüslüler abuklamak dışında bir şey yapmıyorlar. Örneğin, hasta olmayanların kulaklıklarını çıkarmaya çalışmıyorlar. Onlara saldırmıyorlar. Yanlarına gidip mahallenin delisi gibi yüzüne yüzüne konuşuyorlar. Kulaklığınız varsa sorun ne? 

Durum böyleyken bu hastalık nasıl medeniyeti çökertecek kadar ilerledi? Hasta olmayanlara yetecek kulaklık mı yoktu? İnsanlar kulaklarını tıkayacak yöntem mi bulamadı? Pamuk da mı bulamadılar? Ekmek ıslatıp kulaklarına tıkayamadılar mı?

Bu son yöntemi de ben değil, dizideki SMA’nın başındaki karakter söylüyor. SPOILER veriyorum, şöyle bir sahne var: Bağışıklığı olan baş kahramanımız bir markette alışveirş yaparken markete bir abuk girer. Kasiyer alarm verip marketin karantina sistemini çalıştırınca baş kahramınız ve bir çocuk abukla mahsur kalır. Abuk, abuk subuk konuşurken baş kahramanımız kulaklığı çocuğa verip kimliğini ve yeteneğini açık etmekle kendini açık etmeyip bir çocuğun hastalanmasına göz yummak arasında bir şeçim yapmak zorunda kalır ve çocuğu kurtarır. 

Şevket Çoruh’un canlandırdığı Anton karakteri güvenlik kamerası kayıtlarını alır ve bu durumu görerek baş kahramanın peşine düşer. Bu sırada SMA’nın sinsi başkanı onu engellemeye çalışır ve Şevket Çoruh durumu ona anlatıp kanıt olarak güvenlik kamerası kayıtlarını da gösterdikten sonra hastalığın çaresinin bu adamda olabileceğini söyler. SMA’nın başkanı da “Ne var canım bunda? İnsanlar salgının başında kulaklarına ıslak ekmek tıkayıp hastalıktan korunuyordu.” der. Ee? Ne oldu da salgın bu hâle geldi o zaman? Su mu bitti ekmek mi?

Bir sahne daha inceleyelim. Bir noktada öğreniriz ki Anton karakterinin karısıyla çocuğu da hastalığı kapmış. Anton bir doğum günü pastası alır, çocuğuna üfletmeye karısı ve çocuğuyla birlikte normal bir aileymiş gibi bir an yaşamaya çalışır. Bu sahnelerde Anton’un karısı da çocuğu da hasta olmalarına rağmen onun kulaklığını çıkarmaya çalışmaz, ona saldırmaz, hiçbir şekilde ona tehdit oluşturacak bir davranış göstermez. Hatta bir noktada Anton, savunmasız ve saldırıya açık biçimde yere uzanıp ağlar. Bu sırada virüslü olan eşi ve çocuğu da saçma sapan konuşarak etrafta gezmekten başka bir şey yapmazlar. Burada tehdit nerede? İtki nerede? Bu hastalıktan korunmak bu kadar basitken ve hasta olanlar hastalığı bulaştırmak dışında hiçbir tehdit oluşturmuyorken dünya nasıl bu hâle geldi? 

Hadi, diyelim ki bütün yöntemler ve malzemeler tükendi, kulağımızı tıkayamıyoruz. O zaman insanların kulaklarınız sağır edip yine de bu hastalığı bulaşamaz hâle getirebilirdiniz. Medeniyeti çökertecek boyutta bir tehditte böyle aşırı görünen çözümler kabullenilir olurdu. Bu kadar basit. 

Hâl böyle olunca da ben bu dizinin içinde kaybolamıyorum. Ortam güzel, oyunculuk güzel,  kalite iyi; ama bu kadar basit ve kilit bir nokta atlanınca diziyi izlerken kıymık gibi aklımın bir kenarına batıyor. İletişim yoluyla yayılan virüsün; günümüz sosyal medyasındaki iletişime, korku ve sansasyon ticaretine, sosyal medyadaki trollere ve daha birçok benzeri şeye gönderme yapan bir mecaz (metafor) olduğu da iddia edilebilir. Olabilir. Doğrudur. Yine de bence mecazın hayata geçirilmesinde eksik ya da sorun var demektir.

İlerleyen bölümlerde bu sorun çözülür mü? İzlediğim bölümlerde bu bilgi yoktu daha ileride mi olacak? Bilmiyorum. Eğer öyleyse bile bu bir hatadır, çünkü kurgu eserde o evrenin temel kuralları baştan belirlenip izleyiciye iletilir. 

Bir zombi dizisinde diziyi benimsedi ve kabullendiyseniz kahramanlarınız zombilerle karşılaşınca siz de tedirginlik yaşarsınız. Hatta dizi iyiyse ve sizi de içine aldıysa herhangi bir sahnede bir zombi gördüğünüzde veya kahramanlar bir zombinin aniden ortaya çıkabileceği veya onları gafil avlayabileceği ortamlara girdiğinde bile bu tedirginliği yaşarsınız. Ben bu dizide böyle bir his yaşamıyorum. Virüslüler geliyor, bır bır konuşup duruyorlar. Siz yolunuza giderseniz de hiçbir şey olmuyor. Bu hissi yaşatamayınca da o distopik his tamamen ortadan kayboluyor. 

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir