Türkiye’nin Temel Sorunlarından Biri: Bizde Dava Adamı Olmaması

Keşke imkân olsaydı da başlık ilgisini çekip de bu yazıyı okumaya başlayanların yüzde doksanının aklında şu soru olduğunu belgeleyebilseydim: “Ne demek efendim? Atatürk de mi dava adamı değildi?”. Bu cümledeki isimler değişebilir. Atatürk, Ecevit, Özal, Menderes vs vs… Fakat bu sorunun önüne konan isimlerin bunlar olması bile ortaya atılan savı destekler niteliktedir. Neden mi? İşte bütün mesele burada düğümleniyor zaten.

Dava adamları, siyasetçi olmak zorunda değildir. Dava adamı ya da kadını, yani dava insanı bir hedef, bir amaç belirleyip tüm çabasını, emeğini ve hatta bazı durumlarda varını yoğunu bu amaca ulaşmaya adayan kişi demektir. Bu dava siyasi olmak zorunda değildir. Galile’nin dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlama çabası, Newton’un evrendeki bazı olayların ardındaki sebepleri anlama çabası, Einstein’in “her şeyin formülü” denen bir formülü bulmayı amaçlaması, Wright kardeşlerin uçma konusundaki takıntısı… Bu tip örnekler çoğaltılabilir. Hepsinin de ortak noktası, siyasi bir hedef olmayışıdır. Bu insanlar bir şeye “kafayı takmış” ve kafayı taktıkları o hedefe ulaşmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Kimisi idamın ucundan dönmüş, kimisi idam edilmiş, kimisi toplum hayatından kopmuş ve dışlanmış; bunların sonucunda da kimileri kafayı taktıkları bu amaçlardan caymıştır. Tarihse caymayanları kaydeder.

Bu tip dava insanlarının, en azından bu yazıda kastedilenlerin, ortak noktası; kendilerini adadıkları davaların siyasi olmayışıdır. Kendileri herhangi bir siyasi erke veya güç odağına yakınlık hissetmiş ya da yakın durmuş olabilir. Buna verilecek güzel örneklerden biri Wernher Magnus Maximilian Freiherr von Braun’dur. Alman bir roket bilimci, havacılık ve uzay mühendisi ve roket tasarımcısı olan Braun, çalışmalarını Alman Nazi Partisi himayesinde sürdürmüştür. Avrupa’ya korku salan, kıtalararası nükleer füzelerin icadına giden yolu açan ve en sonunda da insanoğlunun aya ulaşmasını sağlayan V2 roketlerinin babasıdır. Roketlerin gücü ve becerisi karşısında büyülenen bu adam, savaş sonrasında Amerikan ordusu tarafından kaçırılıp Amerika’ya getirilmiş ve çalışmalarını burada devam ettirmiştir. Braun’un yaptığının doğru olup olmadığı, Nazilerin himayesi altına girmesi, ardından Amerika’ya çalışması gibi konular öyle tek bir yazıda irdelenecek konular değil. Ancak bilinen odur ki bu adam Nazilerin siyasi davasını paylaşmamaktadır. Tek derdi roket yapmaktır.

Daha eskilerden bir örnek verelim: Kristof Kolomb, Hindistan’a giden başka bir yol ararken Amerika kıtasını keşfettiği yolculuğuna çıkmadan önce Avrupa’daki neredeyse tüm krallarla, lordlarla, soylularla, bir gemi filosu üretip bunu finanse edebilecek, akla gelen herkesle görüşmüştür. Rivayete göre de özellikle birbiriyle rakip olan güç sahipleriyle görüşmeyi tercih etmiş ve onları, bulacağı bu rota üzerinden akacak hazinelerin, sömürülecek toprakların ve halkların büyüsüyle cezbetmeye çalışmıştır. Sonunda İspanya kraliçesi bu büyüye kapılmış ve kaz gelecek yerden tavuğu esirgememeye karar vermiştir. Kolomb’un davası dünyanın yuvarlak olduğu ve bir küre üzerinde sürekli olarak bir yöne doğru gidilirse sonunda aynı noktaya varılacağı fikridir. Yani Hindistan’a dünyanın öbür yanından ulaşmaya çalışmaktadır. Kendisi İtalyan olan kâşif, bu yolculuğuna çıkmadan önce “O Fransızdır, bu İngilizdir, bu Portekizlidir; şu dosttur, bu düşmandır.” demeden, uzun yıllar boyunca kendini himaye edecek birilerini aramış ve sonunda bu himayeyi dönemin İspanya’sındaki siyasi güç sahiplerinde bulmuştur. Herhangi bir siyasi dava bir yana dursun, millet ayrımı bile gözetmemiştir.

Bu örneklerdeki kişiler, çalışmalarını sürdürebilmek veya sonuçlandırabilmek için bir siyasi erkin himayesine girmiştir, ancak kendileri herhangi bir siyasi davayla birlikte anılmamaktadır. O siyasi dava uğruna yapılmış bir çalışmaları yoktur.

Gelgelelim ülkemize… Bizde bu tanımlara uyan dava adamlarına verilebilecek belki de en güzel örnek Vecihi Hürkuş’tur. Kendisinin hikâyesi malum. Uçmaya gönül veren bu adam, hem Kurtuluş Savaşı’nda hem de I. Dünya Savaşı’nda büyük kahramanlıklar göstermiş, uçma becerisini, ülkesinin işgalden kurtulmasına katkıda bulunmak için kullanmıştır. En tehlikeli görevlere atılmaktan çekinmeyen bu gözükara adam defalarca yaralanmış, ölümden dönmüş; ama yine de yapabildiği ilk anda uçağına atlayıp göklere dönmüştür.

Savaş sonrasında geleceği, tıpkı Atatürk gibi, göklerde gören Hürkuş, yerli uçak ve yerli havayolu şirketi gibi ilklere imza atmış; ancak bürokrasi tarafından engellenmiş, ezilmiş, dışlanmıştır. Sahip olduğu beceriler ve bilgiyle, o dönemin Avrupasında herhangi bir ülkede gayet müreffeh veya en azından asgarî şartlarda bir hayat sürebilecekken, ülkesinden vazgeçmemiş “bugün değilse yarın olur” deyip çabalamaya devam etmiş, kendi gücü yetmediği yerde havacılığı bir sonraki neslin gençlerine öğretmeye çalışmış ve yokluk içinde ölüp gitmiştir.

Cemil Meriç de bir dava adamıdır. O, her yeri geldiğinde bunun aksini iddia etmiştir; çünkü Cemil Meriç gibi bir bilgi deryası bile nihayetinde insandır ve hataya düşebilir. Zira kendi iddiasına rağmen Cemil Meriç, bu yazıda kastetilen “dava adamı” tanımına tam olarak uymaktadır. Kim bilir? Belki o da dava adamı olmadığını söylerken aslında siyasi bir davası olmadığını kastetmiştir. Fakat durum bu değilse; dile, edebiyata, kültüre son derece hâkim biri bile “kendini bir davaya adamak” kavramını sadece siyasi yönüyle kabul edip ve kendini buna göre değerlendirme hatasına düşmüş demektir.

Kendisi aksini iddia etse de Cemil Meriç dava adamıdır. Onun davası bilgidir. Bilmektir. Derdi anlamaktır. Avrupa kültürüne ve edebiyatına son derece hâkim olan bu adam aynı biçimde kendi kültürüne, Anadolu, Türk ve İslam kültürlerine de son derece hâkimdir. Gözleri göremez olduğunda bile okumaktan ve “bilmek” davasından vazgeçemeyen bu adam, kitaplarını bastırmak için kapı kapı dolaşmıştır. Sebep? O zaman edebiyat camiasında baskın olan çevrelerden biri olan ülkücüler onu solculara, bu camiada baskın olan bir diğer çevre olan solcular da onu ülkücülere yakın bulduğu için.

Cemil Meriç’in edebî macerasının hikâyesi tek başına bu yazının başlığındaki savı kanıtlar niteliktedir. Bizde dava adamı yoktur. Çünkü biz birini veya bir fikri değerlendirmeden önce söyleyene bakarız: Onlardan mı? Bizden mi? Bizde dava adamı yoktur, çünkü hiçbir meseleyi siyasi bağlam dışında tartışamayız. Bir kişi bir fikir veya sav ortaya attığında bu savın hangi siyasi erke hizmet edebileceğini anlamaya çalışırız. Bu erk “bizdense” söyledikleri iyidir; onlardansa bırakın konuşsun dursun. Hatta bırakmayın, susturun! Bizdeki bakış açısı budur. Bu da bir kısır döngü sarmalına dönüşmüş ve her fikir veya savı ortaya atanın, ifadelerini baskın olan veya en azından etki sahibi çevrelerin hoşuna gidecek şekilde yontup tıraşlamasına sebep olmuştur.

Herhangi bir vatandaş, bu eğilimin yansımalarına sosyal medyada da çok yakından ve birinci elden tanık olabilir. Edison, Tesla ve Galile’ye kıyasla daha güncel bir örnek verelim. Yakın zamanda açılışı yapılmış olan 3. Havalimanı’nın çatısının akıtması meselesi. Bu paylaşımlar, iddialar kasıtlı olarak ve bir art niyetle ortaya atılmış olabilir; fakat tartışmanın selameti için bu iddiaların gerçek olduğunu varsayalım. Piyasaya çıkan videoların bazılarının altında “re-cep havalimanı” ifadesi bulunmaktadır. Bu videoların altına yapılan yorumların bir kısmında videoyu paylaşanları vatana ihanetle, toplumda huzursuzluk çıkartma çabasıyla suçlayanlar ve karşı tarafta bu suçlamaları yapanları iktidarda olan hükumetin yardakçısı, işbirlikçisi olmakla suçlayanlar vardır. Aralarda olayı aklı, fikri ve mevcut bilgisi (hem teknik bilgi hem de sözü edilen olayın gerçekleşmesiyle ilgili bilgi) yettiğince ele almaya çalışan üç beş cılız sesse yitip gitmektedir.

Oysaki olay -olmuşsa da olmamışsa da- bir mühendislik bir meseledir. Böyle bir projede kabul edilebilir hata ve ihmal payları içinde bir hataysa, can kaybı yoksa, düzeltilir, onarılır, bir daha olmaması için gerekli önlemlerin ne olduğu tartışılır. Eğer makul oranlar içinde kalmayan, “asla olmaması gereken” bir hataysa, hele ki can kaybı da varsa hatayı yapanlar belirlenir, uygun cezalar veya uyarılar verilir. Mesele bu şekilde ele alınırsa gelişme, ilerleme sağlanır. Ancak konu; yapılan havalimanı mevcut iktidarın ya da onun liderinin dünyalığıymış gibi ele alınırsa ve karşı taraf da kendini yırtarcasına aynı tavırla yanıt verirse ilerleme olmaz.

Böyle bir tavırla ilerleme sağlanamayacağı gibi aynı hatanın tekrarlanması kesinleşmiş olur. Bugün bu iktidar varken hatayı bu iktidarın hatası gibi, yarın başka bir iktidar varken de öbürlerinin hatasıymış gibi ele almaya devam edersek, herkes sanki kendisi daha önce hiç böyle hata yapmamış ve ilk defa yapıyormuş gibi davranmaya devam eder. İşte her meseleyi siyasi yönden ele almanın en büyük zararı budur.

Başka bir milletten de örnek vermek için Amerikalıların ünlü şarkıcısı Johnny Cash üzerinden gidelim. Oldukça ilginç, maceralı ve yer yer acılı bir hayatı olan bu adam özünde bir şarkıcıdır; ancak yaşadığı dönem içinde ülkesinin karıştığı savaşlardan ülkesindeki hapishanelerin durumuna ve Amerikan yerlileriyle ilgili konulara kadar pek çok konuda güdülecek bir “dava” bulmuştur. Yeri geldiğinde uçta bir muhalif, yeri geldiğindeyse son derece gelenekçi bir izlenim yaratan bu adam şöhreti sayesinde belli siyasi erk çevrelerinin de ilgisini çekmiştir. Amerika’nın, bizdeki sağ-sol yapılanmasına benzetilebilecek siyasi odakları olan Cumhuriyetçiler de Liberaller de onu kendi taraflarında görmek istemiştir. Şarkıları ve söylemleriyle halk üzerinde büyük nüfuza sahip olan bu adamsa bu iki siyasi yapılanmadan da kesinlikle uzak durmuştur.

Vietnam Savaşı’na karşı olan bu adam yurt dışına koşup ülkesini diğer ülkelere şikâyet etmemiştir. “Mevcut iktidar partisi savaşa sebep oldu.” diyerek rakip partiden medet ummamıştır. Yalnızca ve sadece savaşa karşı olduğunu belirtmeye devam etmiştir. Yetmişli yılların başlarında dönemin benzer türdeki şarkıcıların aksine sahnede ve kalabalıklar karşısında sürekli olarak siyah takım elbiseler giymeye başladığı için “siyahlı adam” olarak anılmaya başlayan Johnny Cash, bir şarkısında siyah giymesinin sebebini şöyle açıklar:

Yıldırım gibi giden arabalarımız ve şık kıyafetlerimizle hâlimiz vaktimiz yerinde

Ama geride kalanları hatırlatmak için kalabalığın önünde siyahlar içinde bir adam durmalı.

Siyah kıyafetleri fakirler, açlar ve suçlarının bedelini ödemesine rağmen hapishanelerde çürüyenler namına giydiğini söyleyen Johnny Cash bir açıklamasında şunları ifade eder:

“… her Amerikalının zihninde olduğu gibi benim de zihnimde acıyla eşdeğer olan Vietnam Savaşı’nda yitip giden yaşamlara bir ağıt olarak siyah giyiyorum… Ancak Savaş’ın bitmesi bir yana bırakılırsa duruşumu değiştirmem için bir gerekçe yok… Hâlâ yaşlılar ihmal ediliyor; fakirler hâlâ fakir, gençler hâlâ vadeleri dolmadan ölüyor ve biz bunları düzeltmek için bir şey yapmıyoruz. Üstesinden gelinmesi gereken çok fazla karanlık var.”

Görülen o ki bu adamın davası adaletsizliktir. Savaşlardır. Bu davayı da siyaset üstü gördüğünden olsa gerek, bu davayı dile getirmek için hiçbir siyasi erkin ya da akımın himayesine girmek gereği veya gereksinimi duymamıştır.

Kendimizden olanı ezip kötüleyerek savıma prim yaptıracak değilim. Ancak 70’li yıllarda bu eylemlerde bulunup bu tavırları gösteren bu adamın günümüzde, ülkemizde yaşasa nasıl karşılanacağı üzerine kısa bir düşünmekte fayda var. Muhtemelen yukarıda bahsettiğim kısır döngüye kapılıp giderdi. Fakirlerden, açlardan bahsetse komunist, çalışıp didinip zengin olanlardan bahsetse yardakçı, milletinin menfaatlerinden bahsetse ülkücü damgası yerdi.

Bizde dava adamları ya zaaf gösterip çareyi, bir siyasi güç odağının sözcüsü ya da adamı hâline gelmekte bulur ya da kişi bu zaafı göstermese de etrafındakiler onu bir oraya bir buraya itiştirip çekiştirerek davasını anlamsız ve değersiz kılar. Zaten kişi böyle siyasi bir dava gütmüyorsa çoğu zaman rakip olarak bile ciddiye alınmaz.

Ülkücü, solcu, milliyetçi, halkçı gibi etiketlerin kötü mü iyi mi olduğunu tartışmıyor ya da değerlendirmiyorum. İnsanlar neyi kendilerine yakın buluyorsa onu benimeseyebilir. Ancak üzücü olan, insanların, söylediklerinin ciddiye alınması için, bunlardan birini benimsemek zorunda olması durumudur.

Bizde her şeyden önce bir davanın dava olabilmesi için bile siyasi bir temele dayanması gerekmektedir. Bu da ağırlıklı olarak toplumsal çatışmayı körüklemektedir. Çünkü siyaset düşman ister; düşman bulamıyorsa hiç olmazsa rakip ister. Düşmanlar ve rakiplerse birbirlerinin fikirlerini dinleyip anlamaya pek eğilimli olmaz.

Siyasi olmayan davalar da rakip ister. Tesla’nın rakibi Edison, Galile’nin rakibi kilise, Marie Curie’nin rakibiyse kadınların bilimsel çalışma yapabilecek zekâ veya kapasiteye sahip olmadığını düşünen erkek egemen anlayıştı. Tesla, bugünün parasıyla milyarlarca Dolar kazanabileceği fikirlerini Edison’un en büyük rakibine bedava verdi ve sonunda Edison’un kendi şirketinden kovulmasına zemin hazırladı. Galile engizisyonun verdiği ev hapsini gizlice delip, ona buna fikirlerini ve bulgularını anlatmaya, kimsenin okumayabileceğini bile bile bir yerlere yazıp çizmeye devam etti. Curie, sağda solda “kadınlara hak vermiyorlar” diye ağlamadı. Ölümüne sebep olacak radyoaktif maddeler üzerindeki çalışmalarını, kadınların böyle bir zekâdan yoksun olduğunu iddia edenlerin gözüne soktu.

Hepsinin sonucunda insanlığı bir karış da olsa ileri götürecek bir şeyler ortaya çıktı. Bu insanlar, davalarında başarısız olsalar bile insanlığa faydalı olacak bir şey ortaya çıkacaktı “haksız oldukları ve bir yerlerde yanıldıkları”. Böylece peşlerinden gelenler onların yanlışlarından ders alabilecek ya da neyi yanlış yaptıklarını irdeleyip doğrusunu bulabileceklerdi.

Tarihimizde kahraman çoktur. O kadar çoktur ki belki de adı unutulanlar hatırlananlardan fazladır. Fikirlerini beğenin ya da beğenmeyin; bu ülkeye, bu millete fayda sağlamış olsun olmasın… bunlar ayrı konular; ama çağdaş Türk siyasi tarihinde dava adamı da çoktur. Ancak siyasi dava adamı olmayan bir kanatsız “hür kuş”la kör bir âlimden başka ne var elimizde? Kendini ekonomik, edebî, bilimsel, teknolojik, toplumsal bir davaya adamış ve kendini adadığı konuda toplum olarak ölçülebilir, belirlenebilir bir ilerleme sağlamamıza neden olmuş kim var? Olanlardan kaçını biliyoruz?

Dolar düşer çıkar; ekonomi bugün sıkışır yarın bollaşır; hamsiyle domates bugün zamlanır yarın ucuzlar… Bunların üzerinde tartışan, konuşan çok var. Belki de bizim artık, ufak ufak siyasi olmayan meseleleri siyasi olmayan bağlamlarda tartışıp değerlendirmeyi öğrenmek üzerine kafa yorup tartışmamız lazımdır.



One comment

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir